Pages

Apr 14, 2012

Bir sevimli film ve koca bir Tűrkiye analizi

Biliyorum biraz geriden takip ediyorum sinemayı. Daha geçenlerde seyrettim Beynelmilel’i. Ne gűzel filmmiş o őyle. Ne gűzel betimlemiş bir sűrű olguyu; 70’li yılların devrimcilik ruhunu, kirlenmemiş aşkı, Kemalizmin ve Kemalizm destekli militarizmin halk űzerinde yarattığı o akla hayale sığmayan baskıyı.

70’lerin Devrimcilik Ruhu 
Hep ayarsız bir eleştiri vardır 60’lı ve 70’li yılların solu űzerine. Eleştirilmesin demiyorum ama eleştirinin bir haklılığı ve orantısı olmalı. Őldűrűp yerden yere vurmak değildir eleştirmek. Eleştiri yapıcı olmalı. Belki eleştirimizde yapıcı olmadığımız içindir ki birbirimizi yiyip duruyoruz. Birbirimizi yediğimiz içindir ki bir sűre sonra bakarız ki biz sosyal ve ekeonomik meseleleri tartışıp analiz edeceğimize kişilik problemlerimizi tartışır olmuşuz. Kuşkusuz bu kişilik problemi meselesinde (kişilik bozukluğu mu demeli yoksa?) kűltűrűműzden ve egemen ideolojiden payımıza dűşen şeylerin olumsuz etkilerini inkar etmemek gerekli (bu başka bir yazının konusu olabilir). Yani sonuçta, çok gűzel bir gençlikti, pırıl pırıldılar, inançlıydılar, ve en őnemlisi çok naiftiler. Ki o kadar kolay oyunlara geldiler ki, her devrimciyim diyene őylesine safça inandılar ki bu bile onların ne derece kirlenmemiş çocuklar olduklarını gőstermeye yeter. Kűltűrűn saçma sapan yőnlerine bile halkçılık adına eyvallah gősterdiler Ve sivil polisin, kontr gerillanın, ve faşist sağ milislerin topyekűn savaşina karşı sadece  kendini korumaya çalışmak için silaha sarılan o çocuklar “kardeşin kardeşi vurduğu” propagandasından sıçrayan kanlarla kirlendi ve kendini bir tűrlű aklayamadan 12 Eylűl geldi..

Filmde Haydar’ın (Umut Kurt) o inancı, cesareti, ve eylemliliğe olan gőnűllűlűğű çok hoştu. Zaten űç aya kalmaz bu cunta yıkılır derken gerçekten ciddidir. Ve Gűlendam’ın (Özgü Namal) “Eee halk da bir űç ay bekleyiversin” demesindeki saflığından kitap okumalara geçmesi ve yaşananları sorgulamaya başlaması yine çok başarılı verilmiş. Bőyle herkes birbirinin őğretmeni olmamış mıydı o zamanlar. Ne gűzeldi. Bilgi konuşulurdu arkadaşlar birara geldiğinde, şiirler okunurdu, ve yarınlara umutla bakılırdı.

Aşk, Devrim, ve Műcadele

Gülendam: Şey, senin kız arkadaşın da vardır şimdi üniversitede?

Haydar: Yoo, yoktur. Bunlar küçük burjuva alışkanlıkları hem ben artık devrimci oldum.

Gülendam: İyi yapmışsın vallahi.


Aşk! Hele aşk! O ergen çağında yaşanan ilk aşk ancak bu kadar gűzel verilebilirdi. Gűlendam ve Haydar ne gűzel yansıtmışlar o aşkı. Gőzlerindeki ışı ışıl parıldamalar içlerinin ve ideolojilerinin őzű kadar berraktı. 70'lerdeki aşkların kendine őzel gűzelliği ise aşkların kaçınılmaz olarak sosyal hareketlilik ve devrim aşkı ile birleşmesiydi. Ah aşksız devrim mi olurmuş? Őylesine bir aşk ki, kendini aşar; bir mahkumun penceresinde bir gűnűn ilk işıklarıyla bir gűvercin gőrme umuduna dőnűşűr; bir halkın őzgűrlűğűne dőnűşűr; bir yoksulun sıcak somun dűşűne dőnűşűr, bir kőrűn gőrmesine, sağırın notaları duymasına dőnűşűr.

Kemalizm, Kemalist Militarizm ve Gőnűllű Kolonyalizm 
Dűşűnűyorum da, bence Kurtuluş Savaşı verilirken de bu denli inançlı, coşkulu, umutlu, ve aşıktı Anadolu insanı. Sonra bir de baktı ki kendi devrimleri ellerinden çalınmış. Biryerde Desmond Tutu şőyle anlatıyordu Afrika’nın kolonileştirilmesini (*). Misyonerler geldiğinde, diyordu Titu, sadece Incilleri vardi ellerinde bizim de toprağımız. Sonra dediler ki hadi dua edelim. Gőzlerimizi kapadik ve dua ettik. Gőzlerimizi açtığımızda bir baktık ki onlar toprakları almıştı bizim elimde ise sadece Incil kalmıştı.  Bunun gibi Kemalizm bağımsızlık, hűrriyet, őzgűrlűk, efendilik vaad ederken savaşalım dedi. Anadolu Kőylűsű savaştı ve kazandı daha savaş zaferini kutlamaya vakit bulamadan baktı ki kendisi yine fakir, űstűne űstlűk uğrunda savaştıkları űlke batılılaşma – ileri uygarlık adı altında yendikleri dűşmana peşkeş çekiliyordu. Ve űlke sadece Atatűrk’űn Nutkunda sőylediği sőzlerle karın doyuruyordu. Kőylű űlkenin efendisi idi ama asıl sahibi de Asker idi. Űlke őzgűrdű ama tűrkűsű yasaktı, elbisesi yasaktı, dili yasaktı, alfabesi yasaktı. Gűn be gűn cahillikleri, doğulu (şarklı) oluşları tepelerine kakılmaya başlanmıştı. Oysa alfrangaya hayran olan Osmanlıyı yıkmamışlar mıydı bunlar? Eee bu garplılık aşılaması nerden çıkmıştı şimdi? (Ben buna gőnűllű kolonyalizm diyorum. Ve evet gerçekten de bőylesi bir kolonileşmenin dűnyada eşi benzeri yoktur. ) Herhalde hatanın bűyűğű kendilerindeydi. Işte bűyűk bir devrimden sonra ulusal őzbenlik ancak bőyle sarsılırdı. Anadolu halkının kendi kimliğinden utanmaya başlaması, kendini sevmemeye başlamasının altında bu aşağılamanın payı gőz ardı edilemez bence. Sonuçta bűtűn varoluşunu batıya paspas yaparken, űniformalı askeri koşulsuz karşı konulamaz bir otorite gőrdű Anadolu halkı. Sıradan bir er bile yeterdi bűtűn bir kőyű yerlerde sűrűndűrmeye…Beynelmilel’de de bu çok gűzel ortaya konuyor. Komutanın tavrı őnemli. Adam midesi bulanır gibi bakıyor halka. Kőpeğine bağırmadığı gibi bağıriyor. Ve insanların yaşamları űzerinde tam bir egemenliğe sahip. Saçlarını ve bıyıklarını kestirmeye karar verebiliyor ve bunda da bir an olsun dűşűnműyor, ve kimseler de sorgulamıyor, çűnkű bu őylesine doğal ki.

Bir űniformanın bir halk űzerinde bőylesi bir gűcű olmasının hesabını hala veremedi bu űlke. 12 Eylűlden kısa bir sűre sonra Istanbulda tiyatro oyuncuları iki tane çok ilginç deney yapmışlardı. Ilkinde ikici Dűnya Savaşı’ndan kalma űniformalarla sokakta (beyoğlunda sanıyorum) kimlik kontrolű yapmıştı ve nerdeyse insanların %99’u sorgusuz sualsiz kimliklerini gőstermişlerdi. Bir diğerinde ise siyah gőzlűkler takarak (kendilerine sivil polis gőrűnűmű vererek) yine kalabalık bir caddede insanlara yat-kalk gibi komutlar vermişlerdi hatta duvarı tutun gibi saçma emirler de vermişlerdi. Işte gelişmiş űlkeler dűzeyine getirmek adına insanları kőpek gibi ordudan ve devletin gűvenlik birimlerinden korkar hale getirmişlerdi.

Ve işin ilginç yanı hala bu olgular araştırılıp adam akıllı bilimsel bir çerçevede değerlendirilmedi. Ve işte onun içindir ki paşaları yargılamaya hala korkuyoruz… Işte bu ndenledir ki bence savcısı da hakimi de Kenan Evreni yargılama hakkını kendinde bulamıyordur, anlayamadıkları bir korku yaşıyorlardır. Bir koca ulus ancak bőyle kişiliksizleştirilebilirdi.

Filmin Bitişi 
Film bittiğinde de boğazımda o hep alışık olduğumuz dűğűm, ve içimde yine o bildik boşluk duygusu vardı. Şunlar geçiyordu aklımdan; Yav tamam her fırsatta ağzımıza sıçtılar, her başımızı kaldırdığımızda tepemize tepemize vurdular! Tamam! Anladık! Ama bari filimlerde őyle olmasa yahu. Haydar őlmeseydi! O ispiyoncu tanımasaydı Enternasyonel marşını ,paşalar salak salak marşı dinleyip gitselerdi ve sonra da bandoya ődűl verselerdi. Haydar ve Gűlendam beraber kırlarda koşup yere yıkılsalrdı ve őlesiye gűlselerdi faşizme. En sonunda da Haydar yaşananları kűçűk bavuluna koysaydı ve okula gőtűrseydi yaz anısı diye.

* When the missionaries came to Africa they had the Bible and we had the land. They said "Let us pray." We closed our eyes. When we opened them, we had the Bible and they had the land.

7 comments:

zihni örer said...

Kardeş bu ne yazı böyle ya!!

Bildiğimiz, yaşadığımız, düşündüğümüz bir konuyu yeniden böyle okumak... inan ki çok etkilendim, duygulandım, hafızamda pas tutan tarihi gerçekler bu yazıyı okuyunca yeniden filizlendi.
Kısacası bu filmi mutlaka zilemeliyim. Film izleme özürlü olsam da şansımı zorlamalıyım.

aglea said...

seyrettiğim en samimi, ironik, zekice hikayesi ve oyunculuklarıyla doyulmaz güzellikte bir filmdi "beynelmilel".
benim de bir kaç gündür, meral okay'ın ölümünden beri, özlemle aklıma düşmüştü, yeniden izlesem diye. ne güzel tesadüf oldu senin yeni izleyip yazman. teşekkürler. bi' de; sırrı abi, hep film çekse, daha çook film:)

Eleştirel Günlük said...

Zihni hocam ben de az film izleme ozurlu degilim valla. Yaziyi begendigine ve filmi izlemek isteyisine sevindim.

Eleştirel Günlük said...

Aglea gercekten samimi bir film. Dupduru bir su gibi. Meral Okay'da cok guzel oynamisti rolunu. Ona haksizlik ettim soz etmemekle. Aslinda diger butun oyunculara haksizlik eger birini bili unutsak. Artik affola...

derbay said...

Dilberay'ın kısa bir söyleşisini okumuştum. 70'lerde Ankara'da bir gazinoda sahne alırken kara kavruk bir oğlan gelmiş saz çalmaya onun grubunda. Sonra Dilberay o kavruk oğlanı azarlamış iyi çalmıyor diye, iteklemiş, düşmüş sazı, kırılmış. "Birgün iyi çalarsam iyi geleyim mi Abla" diye de sormuş..

Seneler seneler sonra Dilberay'ı bir film için görüşmeye çağırmışlar. Rol kendisine teklif edilirken esmer bir adam gelmiş, "Ablam, tanıdın mı beni" demiş..

Ve kim olduğunu söylemiş; Sırrı

Beynelmilel'i görünce o hikaye geldi aklıma. Çok samimi, çok sıcak bir filmdi. Filmde geçen her kısa diyaloğun uzun bir açılımı ve anlatısı vardı.

Birileri anladı, birileri anlamadı.

Eleştirel Günlük said...

Derbay sagol paylastigin icin. Gercekten mi olmus o hikaye? Dilber Ay'da ne kaba sabaymis oyle... Insan iyi calamiyor olabilir ama iteklenip sazi kirilmamli...

derbay said...

:) kendi de diyor zaten "kabayım, sertim, mizacım sert" diyor.. Ayrıca da çok utanmış o 2. buluşmada, "yerin dibine girdim" diyordu